Aktay, Yeni Şafak Gazetesi'ndeki köşesinde 'İstanbul Sözleşmesi'nde neyi tartıştığımızı biliyor musunuz' başlıklı köşesinde İstanbul Sözleşmesini ve aile içi şiddeti masaya yatırdı.

Aktay, sözleşme ile birlikte aile içi şiddetin de arttığını ifade ederek, bugüne kadar 250 bin kocaya evden uzaklaştırma cezası verildiğini bildirdi.

Aktay'ın yazısının ilgili kısmı şöyle:

Bunun ülke için ne anlama geldiğini tasavvur edebiliyor musunuz? 250 bin koca, çoluk çocuğuyla 250 bin aile demektir. Bu ailelerin eşi, dostu akrabaları bu aile içi ihtilaftan etkilenmektedir. Bu aynı zamanda aile içi şiddet vaka sayısında da bir patlama anlamına geliyor.

Aktay'ın, İstanbul Sözleşmesi'nde neyi artıştığımızı biliyor musunuz' başlıklı köşesi ise şöyle:

Kadroya geç de olsa katılan bu oyuncuların açıklamalarına bakılırsa İstanbul Sözleşmesinin tek amacı kadına şiddeti önlemek.

Oysa Türkiye’de kadına yönelik şiddetin artışı ile bu sözleşmenin yürürlüğü neredeyse birbirine paralel. Sözleşmeye hakim olan dil ve söylem zaten bizim yasalarımıza veya yargı ve polisiye uygulamalarımıza haddinden fazla uyarlanmış durumda. Kadına yönelik şiddete tolerans sıfırın bile altlarına inmiş durumda. Yargı mensupları en ufak bir aile içi şiddet ihtimali karşısında hiçbir risk almamak adına hemen erkeğe uzaklaştırma cezası vermektedirler. Kadının beyanı karakolda da mahkemelerde de esas alındığı için aileler arasına telafi edilemeyen geri dönülemeyen bir kamu otoritesi girmektedir. Bir hesaba göre şu anda uzaklaştırma cezası almış koca sayısı 250 bini bulmuş durumda.

Eskiden bu kadar aile-içi şiddet mi yoktu, yoksa kaydı mı tutulmuyordu? Bunu anlamanın yolu nedir? Kuşkusuz bunu anlamanın yolu, işi ideolojikleştirmeden en nesnel biçimiyle olaylar arasındaki nedensel ilişkileri soğukkanlı bir biçime tespit etmekle başlar. Daha tespit aşamasında herkes kendini rahatlatmanın peşine düşüp işi kendi günahının keçisine yüklemeye kalkınca ne aile içi şiddet ne de kadına şiddetin önü alınabilir, sadece aile içi şiddet dolayısıyla birikmiş öfkemizi bütün topluma yansıtılan bir şiddet şeklinde yaşar gideriz.

Nedensel ilişki açısından bakıldığında İstanbul Sözleşmesinin etkinliği ile kadına yönelik şiddet oranının artışı arasındaki paralellik kaydedebileceğimiz en nesnel veri görünüyor. Yani zannedildiği gibi Sözleşme aile içi şiddeti hiç engellemiyor, engelleyemiyor. Bilakis nedensel ilişkiyi kesin olarak ilk anda söyleyemesek bile

bu Sözleşmenin etkinliği arttıkça kadına yönelik şiddette de bir artış olduğunu görebiliyoruz.

Buna rağmen, Sözleşmeye atfedilen roller üzerine konu o kadar efsaneleştirilmiş durumda ki, Sözleşme lağvedildiğinde aile içi şiddeti engelleyebilecek, kadını koruyabilecek hiçbir mekanizma kalmayacak zannediliyor. Sansasyonel vakaların psikolojik etkisi Sözleşmenin tarafına çekilerek efsanevi söylem daha da derinleştiriliyor. Pınar Gültekin vakasında mesela sözleşmenin rolü ne? Onu canice vahşi duygular içinde katleden hayvan Sözleşmenin lağvedilme ihtimalinden mi cesaret buldu sanki? Bu sözleşmeci uyanıklara bakılırsa öyle gibi. İnsan aklıyla dalga geçmenin tipik kurnaz yolu.

Diğer yandan Sözleşmeye karşı çıkanlar açısından bakıldığında, boşanmaların artmasında Sözleşmenin iddia edildiği gibi rolü o kadar büyük müdür? Burada da Sözleşmeye zannedildiğinden fazla bir sosyolojik güç atfediliyor olduğunu söylemek zorundayız. Boşanmaların artışı ve aile içi rollerin hızla değişmesi sözleşmeye bağlanamaz elbet. Türkiye’nin hızla değişen bir sosyolojisi var. Kadının iş hayatına eskisine nazaran hızla daha fazla katılması Sözleşmenin ortaya çıkardığı bir sonuç değil. Bu katılım ise kadın ve erkeğin ailedeki ve toplumdaki rollerini hızla değiştirmektedir. Sözleşmeye şiddetle karşı çıkan muhafazakar insanların şu soruya samimiyetle cevap vermeleri gerekiyor: Kendi oğullarına üniversiteyi bitirmiş olduğu halde çalışmayan bir gelin almayı göze alabiliyorlar mı? Veya kız babaları artık kızlarının meslek okuyup meslek sahibi olmasını neden istiyorlar?

Kadın ve erkeğin eşit şekilde çalışma hayatına katılması ister istemez aile içindeki bütün dengeleri değiştirmektedir.

Yanlış anlaşılmasın bunun kötü veya iyi olduğunu söylemiyorum. Şu an itibariyle sosyolojik gerçekliğimiz ile aile değerlerimiz arasında ciddi bir açıklık var. Aile değerleri dediğimiz şey metafizik sabitelere konu şeyler değil. Bazı geleneklerden koptuk ama kendimize yeni gelenekler ve bu geleneklere uygun değerler oluşturamadık daha.

Bugünün dünyasında kadın ve erkek rollerini değiştiren İstanbul Sözleşmesi değil. Ona bundan dolayı öfkelenmek belki bizi rahatlatır ama Sözleşme lağvedilse bile birçok sorunumuz çözülmeyecek. Sözleşmeyi savunanlar için de aynı şey geçerli: Sözleşme sonuna kadar uygulansa bile kadına yönelik şiddete bir çare olmuyor, gördük işte. Meğer ki, İstanbul Sözleşmesi savunmasında kadına yönelik şiddet, metnin asıl niyetine, cinsiyet rolleri söylemi üzerinden eşcinselliğin meşrulaştırılmasına, normalleştirilmesine ve yasal dayanaklara kavuşturulmasına bir kalkan oluşturmasın. Sözleşmeyi savunanlar mertçe buradan savunsun, karşı çıkanlar da buradan karşı çıksın. Kimin ne dediği daha iyi anlaşılır.

O zaman geri kalan konular üzerinde işin içine sosyoloji, antropoloji, psikoloji, psikiyatri, ilahiyat ve hukuk nazarından daha doğrudan tartışırız..."

Editör: TE Bilisim