Sağlık çalışanı Ömür Erez’in anısına…

Sanırım uzun süredir tanık olduğum en makul siyasetçi/insan davranışı, İmamoğlu’nun oyuncu Fırat Tanış nezdinde tiyatroculardan dilediği özür oldu. İlk zamanında yazmıştım, İmamoğlu ve muadillerinin davranışları, hasret kaldığımız ‘normal davranan insan’ gereksinimine de yanıt veriyor. Hayli popüler bir belediye başkanı çıktı ve sosyal medyada yaptığı paylaşıma tepki gösteren bir oyuncudan, aynı kanıda olan diğerlerinden, özür diledi. Bu tutum başlı başına bir yazı konusu olmalı, burada uzatmayayım; sağolsun normal davranabilen, arada bir eğilebilen, hakaret etmeden, küçük görmeden, böbürlenmeden konuşabilen orta boylu insanlar.

İmamoğlu ile başlamamın nedeni, aksi tavrın yaşamımızı çekilmez hale getiren en önemli etmenlerden biri oluşu. Hoyratlık ile lümpenlik birbirini besliyor ve günlük yaşamda yol açtıklarına katlanmak, uyum sağlamak hiç kolay (ve gerekli!) değil. İlk kez bir Batı ülkesine giden biriyle konuşsanız, size muhtemelen, sürücülerin mecbur kalmadıkça korna çalmadığından, yaya geçitlerinde durduğundan, yollarda çamur olmadığından, onca zaman ayakkabısının kirlenmediğinden, metroda kitap okunduğundan vs. söz eder.

Söz konusu ‘ilk izlenimlerin’ tümü, günlük yaşama ilişkin sıradan şeyler. Ben de, araçların korna çalmadan hareket edebildiğini, hıyarlığın sürücülüğün mütemmim cüzü olmadığını, hatta araçların varlıklarını kaldırıma park etmeden de sürdürebilen metal yığınları olduğunu, dışarıya ilk gidişimde fark etmiştim. Dedim ya, çok basit örnekler bunlar, buna mukabil günümüzü katlanılmaz hale getiren her rutinin, başta siyaset olmak üzere sayısız toplumsal faaliyette karşılığı/yansıması var.

Belli bir yaşa gelen ve her nasılsa aklı başında kalabilmiş yurttaşın, zaman zaman yoğun biçimde hissettiği yılgınlığın bir gerekçesi, irili ufaklı saçmalıkların insanın içinde giderek büyüyüp sertleşen bir düğüme dönüşmesi. Bir günde değil, bir gün bıkıyoruz tanık olduklarımızdan. Kornayı o şekilde çalan okumuş ya da okumamış bir nohut kafalıyla, Kürt sorunu da konuşulmuyor, eğitim de, milliyetçilik de, inanç da, inançsızlık da, sağcılık solculuk da; ya yüzünüze çalıyor kornayı ya da tüm kaba sabalığı ve pervasızlığıyla üzerinize park etmeye kalkıyor.

Bu nedenle, yurt dışına ‘kaçıp gitmek’ isteyen eğitimli nüfus üzerine konuşurken, yaşamın her ânına sinen ve sindiği ölçüde siyasi-bürokratik manzarayı da dönüştüren bezdirici hal ve tavırları ihmal etmemekten yanayım. İnsanın asgari ‘huzur’ ve ‘güvenlik duygusuna’ gereksinimi var, memleketle, insanıyla nasıl bir bağ kurulabilir ki başka türlü, hangi zeminde. ‘Hukuk devleti’ denilen anayasal ilke ‘öngörülebilirlik’ sağladığı için de değerli değil mi?

İşte o yaşamımızın ortasına park etmeye çalışan ve yüzümüze korna çalanlar, ülkelerini terk etmek için kuyruğa giren özellikle genç hekim ve hekim adaylarının tercihinde de belirleyici etmenlerden. Bir gün sağlık çalışanına saldırırken, bir gün hastane yönetirken, bir gün hekim yargılarken, bir gün sağlık siyasetini belirlerken, bir gün hak edilen maaşı belirlemezken, bir gün bir iltifatı dahi çok görürken çıkıyor karşımıza, aynı kumaş.

Neden özellikle hekimlerin gidişi üzerine konuşuluyor peki?

Hekimlik bir ‘meslek,’ ağır bir eğitim süreci var ve değerli bir meslek olduğu için en gelişmiş ülkeler de çokça gereksinim duyuyor. Hiçbirinizin bir anayasacıya ihtiyacı yok, buna mukabil hepinizin hekime ihtiyacı var! Dolayısıyla ‘çekip gitmesi’ göreli kolay meslek sahipleri hekimler. Belli ki salgın nedeniyle giderek artan bir talep de söz konusu.

Bu yazıyı okuyan herkes, azımsanmayacak sayıda hekimin neden gitmek istediğini tahmin edebilir; çünkü aslında hekim ya da diğer nitelikli eğitim sahiplerini yıldıran koşullar yıllar içinde, gözümüzün önünde oluştu, oluşuyor. Uzun süredir sağlık çalışanlarının sorunlarından haberdarız, salgın esnasında yaşanan fazladan zorluklar ve uğradıkları saldırıların haberleştirilmesi, bu zorluk ve koşullardan daha sık/kapsamlı haberdar olmamızı sağladı.

Bir süre önce yurt dışına giden bir hekim tanıdığıma, ‘gerekçelerini’ anlatmasını rica ettim. 17 yıllık göğüs hastalıkları uzmanı kadın hekimin gönderdiği özet şöyle:

“Türkiye’de son zamanlarda doktor olarak çok değersizleştirildiğimi hissettim. Bu yüzden başka bir ülkede bu mesleği nasıl yaparım diye araştırdım. Ülkemde mesleğimi yapamayacağımı düşündüren sebepler kısaca şunlardı:

1. Çalışma koşullarının ağır olması, günde 100 hastaya bakmak zorunda bırakılmak. Türkiye’de ne yazık ki doktorlar ‘performans sistemi’ üzerinden maaş alıyor. Yani siz eğer diğer arkadaşlarınızdan daha az hasta bakarsanız, sadece maaş alıyor, üstüne üstlük yönetimden de baskı görüyorsunuz. Türkiye’de kalite değil nicelik önemli, yani ne kadar çok hasta bakarsan o kadar iyi doktorsun.

2. Sizi, beş dakikada bir hasta bakmaya zorlayan sistem, eğer bir hata yaparsanız arkanızda durmuyor. Ciddi ‘malpraktis’ davaları sürüyor. Birçok arkadaşım, ömürleri boyunca kazanamayacakları ölçüde büyük meblağlı tazminat davasıyla karşı karşıya.

3. Değersiz hissedilmek. Türkiye’de son 20 yılda bilinçli olarak eğitimli kesim halkın gözünde değersizleştirildi. Kaliteli iş yaptığınızda ne yönetim ne de hastalar tarafından takdir ediliyorsunuz. Bunlar yetmiyormuş gibi pandemi süresince istifalar yasaklandı, izinler kaldırıldı. Bu bende bir fanusa sıkışmış ve nefes almıyormuş hissi yarattı. Yönetim (Başhekim) sıkıntımızı anlıyormuş ve dinliyormuş gibi görünse de çözüm için hiçbir zaman somut destek sunmadı. Elini hiçbir taşın altına koymadı.

4. Türkiye’nin ekonomik durumundaki dalgalanmalar. Ağustos ayında özel bir hastaneye çalışmaya başladım. İlk başladığımda maaşım X Euro’ya denk gelecek şekildeydi, üç-dört ay sonra dövizdeki artış nedeniyle bunun yarısı civarında kazanıyordum.

5. Aslında Almanya’ya taşınmak istememizin ilk nedeni oğlumuzun geleceği ile ilgili ciddi endişelerimizin olmasıydı. Türkiye’de ne yazık ki kaliteli eğitim ücretli, iyi bir lisede olmak için çok ağır bir sınavı başarmak zorundasınız, eğitim eşit ve standart değil. Çok başarılı olup iyi bir liseye gitmek de yetmiyor, sonrasında üniversite sınavı ve iş kaygısı geliyor. Sonuç olarak, ben ve ailem huzurlu, stabil ve saygı gördüğümüz bir ülkede yaşamayı istedik. Bu gerekçelerle tercihimizi Almanya’dan yana kullandık.”

17 yıllık bir hekim ve ailesi bu gerekçelerle Almanya’ya göçtü. Tıp öğrencileri gidebilecekleri ülkelerin dilini çalışıyor, yeni hekimler yurt dışı işlere başvuruyor.

Yurt dışı konusuna, gitmek isteyenlerin gerekçelerini konuşup tartışmaya devam edeceğim, bu yazı şöyle bitsin:

“Ben gidiyorum,” diyen birine türlü saiklerle tepki gösterilebilir kuşkusuz, bunlar yerli ya da yersiz, haklı ya da haksız olabilir. Buna mukabil sarf edilecek sözün şekli şemaili, nitelikli eğitim almış ve ülkenin ihtiyacı olan insanların bir kısmının ‘buralardan uzaklaşmak istediği’ gerçeğini değiştirmiyor.

“Canım, giderse gitsin, yerine başkası bulunur” ifadesi olabilecek en öngörüsüz, en akılsız tepki. Hiç kimsenin vazgeçilmez olmayışı, her değerden kolaylıkla vazgeçilmesine neden olmamalı. Bunun sonu kaçınılmaz bir çoraklık olur ve oluyor, her alanda.

Türkiye’nin ortalama ahalisi, elindeki cevherlerin değerini, bir cevhere nasıl ulaşıldığını, Cumhuriyet’in -olabildiğince- sağladığı fırsat eşitliğinin ve kamuculuğun kıymetini pek bilmedi, umursamadı bana kalırsa, çok hovardaca harcadı ve harcıyor insanını ve birikimini. Oysa Eski Türkiye’nin bazı çok olumlu nitelikleri, kıt kaynaklarla ve büyük bir emekle inşa edilmişti. Kaybettiğinde bilecek elinden kayıp gidenin değerini, o zaman da geç olacak ne yazık ki. Gitmek isteyenler, yalnızca iktidara değil, muhalefete de bir şey söylüyor aslında ama layıkıyla anlatabildiklerini sanmıyorum. Muhalefet, gidenlerin ve isteyip de gidemeyenlerin hissettiği umutsuzluğun, yalnızca bugüne değil, aynı zamanda geleceğe yönelik bir duygu olduğunu anlamak istemiyor gibi.

Murat Sevinç-Diken

Editör: TE Bilisim